26 Kasım 2013 Salı

Erskine Lawrence Ebbin

1954 yılının Temmuz ayında Neville Ebbin mopedini (pedallı motosiklet) kullanırken bir taksinin ona çarpması sonucu hayatını kaybetti. Daha 17 yaşındaydı.
Bu olayı buraya taşımamın sebebi ise Neville'in kardeşi Erskine Lawrence Ebbin'in de aynı mopedi kullanırken aynı yerde bir taksinin ona çarpmasıyla hayatını kaybetmesi. Fakat tesadüfler bu kadar değil. Erskine de kaza esnasında 17 yaşındaydı. Olay abisinin ölümünden tam bir yıl sonra 1955 yılının Temmuz ayında gerçekleşti. İki kazada da çarpan aynı taksiydi ve direksiyonda aynı sürücü vardı. Hatta o esnada takside bulunan yolcu bile aynıydı.
İnsan bazen gerçekten hayret ediyor.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Jonestown "Katliamı"

Yukarıdaki klip Cults'un Go Outside klibi. Fakat konumuz şarkı değil, şarkının özellikle ilk 25 saniyesinde duyulan konuşma. Öğrendiğime göre bu konuşma Jim Jones'un "Death Speech"inden alınmış. Peki kim bu Jim Jones?
1931-1978 yılları arasında yaşamış dini bir lider. Dini lider dediysem bilindik bir dinden bahsetmiyorum. Kendi kurduğu dinin lideri. Neyse hikayeye en başından başlayayım.
Annesi 1931'de Jim Jones'u doğurduğunda ciddi anlamda bir mesih doğurduğuna inanmış. Jones çocukluğunda arkadaş edinmekte epey zorlanmış ve kendini dinle ilgili araştırmalara vermiş. Zaman zaman evlerinin bahçesinde hayvanlara cenaze törenleri düzenlermiş, bir kediyi de bıçaklayarak öldürmüş, muhtemelen cenazesini yapabilmek için. O zamanki tanıdıklarıyla sonraları konuşulduğunda onun garip bir insan olduğunu, dine ve ölüme takıntılı olduğunu söylemişler sadece. E bakınca haksız da sayılmazlar. Çocukluğundaki bu gariplikleri, annesinin mesih inancı, babasının da Ku Klux Klan üyesi olduğu göz önüne alınınca aslında yaptığı şeylere inanmak zor olmuyor.
Gelelim asıl meseleye. Liseden dereceyle mezun olup çeşitli partilerde görev aldıktan sonra tanıştığı insanların ve bir yerlere gelmesinin de yardımıyla 1950'lerde kendi kilisesini açıp müritlerini toplamaya başlıyor. Kilisedeki toplantılar halka kapalı yapıldığından insanların ilgilisi beklenenden hızlı artıyor. Klasik yasak olanın tadından yenmemesi olayı. Bu beklenmedik ilgi Jim Jones'un aniden popüler olmasına sebep oluyor. Jim Jones radyo ve televizyon programları yapıyor, bazı hastanelere, kiliselere, polis departmanına parasal yardımda bulunuyor.
Tabi herkes bu popülariteden memnun değil. Tehdit telefonları alıyor. Kilisesine dinamit bırakılıyor, evine kedi ölüsü atılıyor. Bu olayların bazılarını Jim Jones'un kendisinin yaptığına inananların sayısı da az değil.
Bu arada Jim Jones kilisesini açmadan önce 1949'da evleniyor. 1959'da bir oğulları oluyor. Altı tane daha çocuğu evlat ediniyorlar. Aslında bu kadar "sorunlu" olarak gördüğüm bir adamın ölümüne kadar evli kalması ve çocuklara bu kadar düşkün olması beni biraz şaşırtmadı değil.
Bu dönemde kendisinin bir sürü siyasi ve dini çalışmaları var ama kısa kesmek adına onlara hiç girmiyorum. Merak edenler rahatlıkla internette bulabilir.
Ve geliyoruz beyefendinin ününün asıl sebebine, Jim Jones 70'li yıllara geldiğimizde uyuşturucu maddelere, sekse olan düşkünlüğünden ve gay olmasından dolayı medya tarafından sürekli eleştirilmeye başlıyor. 1977 yılının yazında artık baskılara dayanamayıp biraz da kafasına göre hareket edebilmek için yüzlerce müridini de yanına alıp kiliseyi Guyana isimli bölgeye taşıyor. Buranın adını da Jonestown olarak değiştiriyor. Böyle de özgüveni sağlam, başına buyruk bi' abimiz. Ayrıca kendisi komünist olduğu için Jonestown'un harika bir komünizm örneği olacağını savunarak insanları toplamaya devam ediyor. Jones burada insanlara "Translation" adını verdiği düşünceyi aşılamaya başlıyor. Bu düşünceye göre Jones ve müritleri hep birlikte ölecekler, başka bir gezegene taşınacaklar ve mutluluk içinde yaşayacaklar.
1978'in Kasım ayında görevliler insan hakları ihlali gerekçesiyle bölgeyi kontrole gelmeye başlıyor. Bu kontrollerden biri esnasında müritlerden biri görevlilere bıçakla saldırıyor. Görevliler oradan ayrılamak istediğini söyleyen 15 kadar müridi de yanlarına alıp bölgeyi olaylar büyümeden ve can kaybı olmadan terk ediyorlar. Fakat sonraki günlerde bölgeyi ziyarete gelen 5 görevli vurularak öldürülüyor.
Aynı gün ilerleyen saatlerde Jim Jones 303'ü çocuk (hatta 3'ü kendi çocuğu) 909 Jonestown sakinini aynı anda intihar etmeye ikna ediyor. Müritler siyanürlü kokteyller ve şırıngalarla kendilerini öldürüyorlar. Jim Jones kendini kafasından silahla vuruyor. Bu 11 Eylül saldırılarına kadar ABD'de gerçekleşmiş en büyük toplu ölüm olarak tarihte yerini alıyor.
Merak edenler için intihar konuşmasının tam metni ya da kaydı da internette mevcut. Hatta youtube'da bile bulabilirsiniz. Ama ben o kadar derine inemedim. Bu kadarı da yeterince korkunç.

Ekleme: Duygu hatırlattı, ilgilenenler için "Jonestown: The Life and Death of Peoples Temple" isimli bir belgesel mevcut. "Ben altyazısız da izlerim" diyenler için Youtube linki. Bu da "Guyana Tragedy: The Story of Jim Jones" isimli biyografik filmin linki.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Paul

Paul Kern, I. Dünya Savaşı'nda da savaşmış Macar asıllı bir asker.
I. Dünya Savaşı'nın başladığını duyduğunda orduya girmiş ve ordudaki görevi süresinde cesaretinden dolayı madalya almış. 1915'te bu savaş sırasında bir Rus askeri tarafından başından vurulmuş. Hemen hastaneye kaldırılmış. Kurşun Paul'u öldürmemiş, fakat beyninin ön lobunun bir bölümünü parçalamış.
İlginç olan Paul'ün hastanede gözünü açtıktan sonra bir daha asla uyuyamaması. Budapeşte Üniversitesi profesörü Dr. Frey tedavi için epey uğraşmış fakat X-ray sonuçlarında da beynin işleyişiyle ilgili problem çıkmayınca hiçbir şey yapamamış. Yıllarca uyku ilacı kullanmış ama bu da faydalı olmamış.
Söylenene göre bu olayın üstüne hiç uyumadan 40 sene daha yaşamış ve 1955'te ölmüş. Ölümüne kadar onu muayene eden her doktor yıllar önce ölmesi gerektiğini söyleyebilmiş sadece.

Ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra The Dimes isimli grup Paul'ü düşünerek "Paul Kern Can't Sleep" adlı bu şarkıyı yapmış.

22 Kasım 2013 Cuma

Bryan Lewis

Ben bugün bundan etkilendim:
Bryan Lewis Saunders hiçbirini kendi satın almadığı, sadece ona verilen yaklaşık 50 çeşit uyuşturucuyu deneyip uyuşturucu etkisindeyken hatta bazen daha kullanırken kendi portresini yapmış.

 
        Abilify/Xanax/Ativan                                                                1 bardak gerçek Absinth
(bilinmeyen miktarda hastanede alınmış)


















                Banyo tuzu                                                                             10 mg Ambien



  
















                      1/2gr Kokain                                                                                2 şişe öksürük şurubu



















              1"vuruş"luk Meth                                                                                          Esrar


Bunlar sadece birkaç örnek. Tamamına şuradan bakabilirsiniz.
Bu da "Near Death Experience" adını verdiği videosu. Epey yorucu şimdiden uyarayım.

21 Kasım 2013 Perşembe

Sybil

… Gitti mi? Onun görmesini istemiyorum. Çok düşünceli biri. Kendine bir bardak su getirmeye gitse asla bir bardak getirmez. İki bardak getirir, sonra da “Susamış olabileceğini düşündüm.” der. Ne kadar düşünceli değil mi?

Bana sorarsanız bu sözler yeterince anlamlı ama bir de bunu Sybil’in söylediğini düşününce ister istemez daha da anlamlanıyor. Eğer Sybil'i izlemeyi planlıyorsanız bundan sonrası spoiler içeriyor. Hatta bir de belki +18'dir, bilmiyorum.

Sybil, gerçek adıyla Shirley Ardell Mason tarihe hastalığı yüzünden geçmiş şanssız insanlardan. Paranoid şizofreni hastası bir anne tarafından büyütülüp küçücük bir çocukken akla hayale gelmeyecek işkencelere maruz kalmış. Daha 2 sene önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde bir paranoid şizofreni hastasının insanların gözlerinde perde olduğuna inandığı için uyurken koğuş arkadaşının bir anda üzerine atlayıp gözlerini çıkardığını düşünürsek işkencelerin boyutunu belki tahmin edebilirsiniz. Bu durumda Sybil bir şekilde kendini korumak için çoklu kişilik bozukluğu geliştirmiş ve tarihte bilinen en çoklu kişiliğe sahip. Bazı kaynaklarda 13, bazı kaynaklarda 17 yazıyor. Filme göre 13 farklı kişiliğe sahip. 11 yıl gibi uzun bir süre terapi gördükten sonra normal hayatına dönüyor. Hatta Parkinson teşhisi konulan psikiyatrıyla (Cornelia B. Wilbur) son yıllarında aynı evde yaşayıp Cornelia ölene kadar ona bakıyor. Olayın daha da garip ve üzücü kısmı şu ki Cornelia’nın yokluğunda Shirley’le görüşen diğer psikiyatr ve sonraları birkaç uzman daha Shirley’nin ya da filmdeki adıyla Sybil’in -nasıl isterseniz- sadece histerik olduğunu çoklu kişilik bozukluğuna dair bir kanıt bulamadıklarını söylüyorlar. Öyle iddia ediliyor ki Cornelia, Shirley’i adeta bir para makinesi gibi görüp kullanıyor. Onu telkinlerle yeni kişilikler geliştirmeye zorluyor. Elinde paranoid şizofreni hastası bir annenin büyüttüğü bir kız var ve bunu nasıl kullanacağını biliyor. 11 yıl terapi yapıp Shirley hakkında bir kitap yazılmasını hatta daha sonra 2 film çekilmesini sağlayıp kaymağını yiyor. Hikayenin hangi versiyonu doğrudur, hiçbir fikrim yok. Her ikisi de yeterince korkunç.

Şimdi siz Shirley’nin bu cümleleri hastalığı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan, büyükannesi ve Danny adındaki çocukluk arkadaşından sonra hayatında sevdiği üçüncü kişi ya da hoşlandığı ilk erkek için, o erkeğin şahit olduğu ilk histeri krizinden ya da hastalığı her neyse o nüksettikten sonra psikiyatrına söylediğini hayal edin. Şu an çok daha anlamlı olduğuna eminim.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Hubert

Hubert de Lartigue
1963 Paris doğumlu harika bir sanatçı.







Yine bu gördüğünüz çalışmaların hiçbiri fotoğraf değil. Hepsini kendi çizmiş/boyamış ve yapılışlarını adım adım gösterdiği videoları koyduğu bir Youtube kanalı var. İnanmayanlar buyursun.

19 Kasım 2013 Salı

Anhedoni

Toplaşın yamacıma. Şimdi size Alain de Botton’ın Aşk Üzerine’sinden öğrendiğim “anhedonia”dan söz edeceğim. Türkçeye “anhedoni” olarak geçmiş, Türkçe denirse tabi.
Yazar hastalığın ortaya çıkışını temsili bir olayla şöyle anlatıyor: Sevgilisiyle İspanya’ya tatlı bir tatile çıkıyorlar. Dağ evi, hemen yanında bir göl. Her şey harika. Akşam üzeri gölde yüzdükten sonra evin çatısında şaraplarını yudumlayıp güneşin batışını seyrettikleri sırada sevgilisinin başına şiddetli bir ağrı giriyor. Ağrı uzunca bir süre geçmeyince doktora gidiyorlar ve hastalığın “anhedonia” olduğunu öğreniyorlar.
Anhedonia -gariptir ama- mutlu olabileceğimizi anladığımız zamanlarda ortaya çıkan bir hastalık. Yazarın da dediği gibi mutluluklarımızı hep gelecek zaman üzerine kuruyoruz: okuldan mezun olunca güzel bir işim olacak, on yıl sonra zengin ve mutlu olacağım, ileride çok güzel bir evim olacak gibi. Bir şekilde şimdiki zamanda da mutlu olduğumuzu hissettiğimizde vücut adeta “mutluluk korkusu”yla tepki veriyor. Tıpkı yazarın temsili sevgilisinin harika bir manzara karşısında ve sevdiği adamın yanındayken aslında o anda ne kadar mutlu olduğunu fark edince başına amansız bir ağrı girmesi gibi.
Bazen okunan kitaplar fazla güzel.
Bölümüm de <3

18 Kasım 2013 Pazartesi

Axeman

Merhaba arkadaşlar,
Sizinle öğrendiğim ilginç bi şeyi paylaşmaya geldim.
American Horror Story’nin son bölümünü izleyenleriniz görmüşlerdir. Son bölümde Axeman isimli bir seri katilden bahsediliyordu. Adı geçen bu seri katil meğer gerçekte de yaşamış. Fakat hikayesi dizidekinden biraz farklı.
Şimdiiiğ,
Bu adam cinayetlerini 1918’le 1919 yılları arasında işlemiş. 1919’un Ekim’inde bir anda sonlandırmış faaliyetini. Yani ortada yakalanma falan yok. Bu süre zarfında 8 kişiyi öldürdüğü tahmin ediliyor. Kurbanlarının evlerinin genellikle arka kapısını kırıyor ve adından da anlaşılacağı üzere baltayla hayatlarına son veriyor. Kurbanları da çoğunlukla kadınlar.
Fakat olayın ilginç kısmı burası değil.
Axeman’in ününün asıl sebebi 13 Mart 1919’da gazetede yayınlattığı mektubu. Onu asla yakalamayacakları, çünkü görünmez olduğu, arkasında baltadan başka bir kanıt bırakmayacağı gibi sözlerle başladığı uzunca mektubunun can alıcı cümleleri şunlar:
"Salı gecesi, saat tam 12:15’te New Orleans’tan geçeceğim. Sonsuz merhametimden dolayı size bir teklifim var. Şöyle ki: Ben gerçek bir Jazz hayranıyım. (…) Eğer herkesin evinde Jazz çalarsa, hepiniz için iyi olacak. Kesin olan bir şey var ki, salı gecesi Jazz çalmayanlarınız (eğer olursa) baltalanacak."
Bu mektup insanları epey etkilemiş olacak ki, New Orleans halkı o gece dans salonlarını ağzına kadar doldurmuş. Amatör, profesyonel bütün müzisyenler şehrin dört bir tarafındaki yüzlerce evde Jazz şarkıları çalmış. O gece de hiçbir cinayet işlenmemiş.
Sanırım o gece değil ama daha sonrasında bazı “cesur” insanlar gazete aracılığıyla Axeman’i evlerine davet etmişler. “Bakalım kim kim öldürecek?” şeklinde atarlarla falan hem de. Hatta ilanlardan birinde Axeman’e pencereyi açık bırakacaklarına dair söz verilmiş, bu yüzden ön kapıya zarar vermemesi rica edilmiş.
Anlayacağınız New Orleans’ın katili ayrı, insanı ayrı manyak.

17 Kasım 2013 Pazar

Marilyn

Marilyn Minter
1948, New York City doğumlu bir sanatçı.
Hala aktif olarak fotoğraf çekiyor ve resim yapıyor. Hatta görsel sanatlar akademisinde ders de veriyormuş. Onu buraya taşımamın sebebiyse aşağıda:


 



Bunların hiçbiri fotoğraf değil. Hepsi Marilyn'in resim çalışmalarından. Sitesinde onlarca daha örnek bulabilirsiniz. Bana göre fazla güzeller.